1 Eylül 2016 Perşembe

SURİYE

Hangi Suriyeli beleş yaşıyor bu ülkede, yaşatıyor muyuz onları bi sor önce kendine? O kadar köreldi ki vicdanımız, uçkurundan mıdır, nefretinden midir nedir 9 aylık Suriyeli bir bebeğe tecavüz etti 18 yaşındaki biri, yetmedi çok sayıda Suriyeli erkek çocuk tecavüze uğradı ülkem topraklarındaki sapık, hasta, gözü dönmüş ağabeyleri tarafından. O da yetmedi Güneydoğu'daki aç gözlü Kürt erkekleri; Suriyeli zevce satın almak için köle pazarına gidip kuyruğa girdi çuval ağızlarındaki salyalarını akıta akıta. O da yetmedi beleşe adam çalıştırıp hakkaretler ettik erkeklerine, hırpaladık ana avrat sayarak. O da yetmedi evlerimizi ya onlara kiraya vermedik ya da normalinin iki misli fiyat biçtik. Kış da geldi ama birileri vicdanlarını apış aralarına sakladı, yarınlarını düşünemediğinden çıkarmayı da akıl edinemedi.
Ramazan geldi, sofralar şenlendi, bir tabak yemegi bile onlara çok gördük; ama midemizden geçemeyenleri de çöp konteynırına döktük kediler, köpekler, sinekler bile yedi döktüklerimizden onlar yiyemedi. Bir defa düşmanımız onlar bizim, hem niye besleyelim ki onları de mi zaten hepsi terörist . Helal lokma yiyeni de yok bunların, kendi ülkelerinde savaşacak cesaretleri yoktu, hepsi huraaa bizim topraklara akın etti. Bilek güçleri ile zaten hepsi üzerlerine atılan bombaları çiçeğe dönüştürüp vatanlarını barbar DAİŞ'lilerden kurtarabilirdi. Hem çok korkakmış şu Suriyeliler canım, evladım olsa alimAllah bir saniye barındırmam evde; ama bizim oğlan bedelli askerlik yaptı diye on numara da hava basar çevresindekilere. Zengin hanım evlatları pek nazlı, tan vaktinde uyanmak mı? Asla ikindiyi bulmadan uyanmaz onlar. Cebi bol para olunca vatanı da satın alabileceklerini sanır.
Her neyse gittiğin yerlerde görûp soruyorsun Trabzon'daki, Diyarbakır'daki, Antep'teki, Aydın'daki sığınmacılara oradaki yaşamınız nasıldı diye? Boğazı düğümlenir, gözü buğulanır başlar oradaki lüks ve zengin hayatını anlatmaya. Utanırsın kendinden, dünya malından, marabası olduğun servetinden. Iyi de güzel kardeşim ne oldu da bu hale düştünüz dersin? Tüm dünyanın gösterdiği parmak sizi yani bizim politikayı gösterir. Ardından nasıl dışlandıklarını başlar anlatmaya.Ölmek istersin o an utancından, sağır olayım Ya Rabb duymayayım bu sözleri. Bak, bana söylüyor, bize söylüyor, dersin kızara kızara. Hatırla şimdi çoğumuz belki yolda geçerken onlara değinmemeye çalışırız maalum mikrop kaparız endişesi. (Oysa o mikroplar nasıl da yuvalanmış sol göğsümüzün hemen altında) Ahhh bir Suriyeli çocuğun ölümü ile mi sarsîlmak??? Onu da sadece ekranlarda izlersek koltuğa çöreklenen vicdanımız o an yakın mesafede bulunduğundan sızlar; yoksa o koltuktan kalktık mı kibir ve paragözlülüğümüz kalbe agırlık verdiğinden onu da oracıkta bırakıyoruz.


YAZAN : EMINE ALTAŞ

18 Ağustos 2016 Perşembe

FİL VE KARINCA

Rüzgar çığlık attı, gerçek üşüdü, yeryüzü alacakaranlığı giyindi. Dereler, nehirler, denizler, okyanuslar topraktan suyunu çekti, sularını grimsi bulutların içerisine hapsetti. Toprak yarıldı, filizler kurudu, ağaçlar sussuzluktan ikiye ayrıldı. Kuşlar; yaprak üzerindeki çiğ taneleri ile sussuzluğunu gidermeye çalıştı, fareler ise kendi sidiklerini kuyruklarında açtıkları deliklerde yapmaya çalıştı.
Yüreklerin kulağını sağır eden bir ses... 
Kaya sesi...
Kaya kımıldayamıyor yerinden, altında yatan onlarca solucana ve çiyana nemini verdiğinden bir kum tanesi gibi ufalandı. Ufak ufak seyirten gözleri ise toprağa toprak damıttı.
Herkeste bir telaş ve koşuşturma...
Bir fil geçti yoldan, hortumundaki suyu görenler peşinden gitti. Saç diplerinden ayak bileklerine kadar boncuk boncuk terler akıttı toprağa. Solucanlar izi takip etti, karıncalar da sırtladıkları şişelere doldurdu her bir damla teri.
Fil; durdu, ağzını evirdi çevirdi yosun tutmuş dişini karıncanın sırtındaki ter şişesine düşürdü. Şişe devrildi, karıncanın sırtında bir yanma oluştu, hareket edemedi güneşin kavurucu sıcaklığında. Öylece kaldı fil ile arasındaki 2 metre mesafe farkında. Fil esti gürledi, tüm pireleri savruldu etrafa. Yükü ağırlaştı karıncanın sesi de çıkamaz oldu pirelerden beşi ağzına girdiğinden. Hareketsiz, dümdüz yerde yatıverdi karınca.
Güneş en tepeden dikmiş 90 derecelik ışınlarını yeryüzüne. Çitileyip durdu toprağı kendi kızıllığında. Toprak piştikçe fil, inledi; inledikçe toprak şişti! Toprak patladı, fil bir zıpladı. Zıplamasıyla topraktan bakteriler, virüsler fırladı, saçıldı burundan ağza. Kımıldayamaz oldu kanatlıdan kanatsıza! Vücut dayanamadı, eridi, didindi, çırpındı rüyadaki bir serzenişle kendine geldi.
YAZAN : EMINE ALTAŞ

24 Mayıs 2016 Salı

YAVRU KAPLUMBAĞANIN SOLUCANLA İMTİHANI

Küçük bir kaplumbağa bir gün gökyüzündeki ayı seyretmek için tek başına yuvasından çıkar ve gökyüzünde parıldayarak gülümseyen ayı seyre koyulur. Seyre koyulan yavru kaplumbağa; kendi kendine mırıldanarak ‘’Ahhh şimdi ben de şu ayın gülüşleri ve parlaklığı altında büyüsem! der. Denizdeki dalgaların uğultusu, yavru kaplumbağanın mırıldanışını duyar, hemen kaplumbağanın yanına yaklaşır ve onunla koyu bir sohbet başlatır. Yavru kaplumbağa hayallerinin uzunluğuna ve kısalığına bakmadan tüm içini uğultuya döker. Uğultu; kaplumbağayı dinledikten sonra kaplumbağaya hayallerini gerçekleştireceğine dair vaatlerde bulunur ardından denizine doğru hızla ilerler. Olan biteni deniz dalgaları ile paylaşan uğultu; kaplumbağanın hayallerini aya ulaştırmaya karar verir. Uğultu verdiği kararın ardından gökyüzüne çıkar. Gökyüzünde parıldayan ay, uğultunun gelişini tatlı bir ‘Hoş Geldin’ diyerek karşılar. Uğultu da ‘Hoş bulduk’ ile karşılık verdikten sonra heyecandan titreyen sesi ile aya, yavru kaplumbağanın tüm hayallerini anlatır. Ay da, uğultudan aldığı bu tatlı havadisin ardından çevresindeki tüm yıldızlara seslenir ve yavru kaplumbağaya güzel bir sürpriz yapmak için uzlaşıya varırlar. Yıldızlar, ay ile uzlaştıktan sonra yavru kaplumbağanın hayallerini gerçekleştirmek için gökyüzünden yeryüzüne doğru bir merdiven oluşturmaya karar verirler ve bunu uğultuya bildirirler. Uğultu da yıldızlardan aldığı bu güzel haber üzerine gökyüzünden yeryüzündeki yavru kaplumbağaya seslenmeye çalışır ama sesini işittiremez ağır işiten kaplumbağaya. Uğultu ikinci kez yine seslenir; hala bir kıpırtı görülmez yavru kaplumbağada ve son seçenek olarak gökyüzünde olan biten tüm konuşmaları yeryüzüne anlatmaya karar vermekle bulur. Yavru kaplumbağa yeryüzüne yapılan seslenişi de işitemez ancak uğultunun sesini, bu sefer duyan biri olur. O da gece uykusuna bir türlü dalamayan solucandır. Solucan tüm seslenişleri işitir işitmez üzerine konduğu dut yaprağından şak diye kendini yere atar ve etrafında gördüğü birkaç akasya ağacının yaprağı ile kendisine yeşil bir entari diker. Kıyafeti vücudundaki sıvının yardımı ile diktikten sonra hızlıca giyinen solucan, koşar adımlar ile karıncanın arkasının dönük olduğu bir alandan yıldızların ineceği alana doğru gider. Yavru kaplumbağa ise uğultudan hala bir haber yok diye kendi kendine söylenir ve uğultuyu kandırıkçı olmakla itham eder. Bu arada solucan da, yıldızlardan inşa edilen merdivenin sekizinci basamağına vardığında keskin bir zevk çığlığı atarak sesini kaplumbağaya ulaştırır. Sesi işitir işitmez başını göğe kaldıran yavru kaplumbağa; sağa sola debelenip sızlayarak solucanı indirmek için uğraşır; ama zavallı kaplumbağa sesini sadece etrafını ören ağaçlara ve kum tanelerine işittirebilir. Çünkü o sızlanmaya başladığı anda, solucan hedefine çoktan varmış olur.


YAZAN : EMİNE ALTAŞ

21 Mayıs 2016 Cumartesi

BEN VE BALIKLAR

Bir cumartesi sabahı…
Masmavi bulutlar, aydınlık ışıklar ile durulamış kendini; kuşlar ise tüm şehri etkisi altına alarak uzun nağmeler okuyor. Dışarıdan gelen birkaç çocuk sesi, gökdelenleri andıran uzun binaların silueti nehrin yüzeyindeki halkalar ile koro oluşturmuş.
Ben ise, ruhunu inancına ayırmış bir kutsal nehrin içerisinde yıkanıyor. Serin sular vücudundan aşağı dökülünce önce bir ürperti alıyor Ben’i, sonra coşkuyla, neşeyle nehrin dibine balıklama atlıyor çırılçıplak bedeni ile.
Ben’in çıplak halini gören balıklar, tahrik olmamak ve abdestlerinin bozulmaması için suyun dibinde bulunan yosunlar arasında gizlenerek yüzgeçleri ile gözlerini kapatırlar. Yosunların arasında korku ve şehvetle nefislerini gizlemeye çalışan balıklar, Ben’in su altındaki eşsiz, muazzam vücudu ile yaptığı dalışı görünce gizlenmekle kurtulamayacaklarını anlarlar ve  kitleler halinde cesaret mavzerini kuşanarak gizlendikleri yerden çıkarlar. Ben’e doğru yaklaşırlar ve Ben’in etrafı envai türden balıklar ile çember içerisine alınır. Balıklar,  konuşmak için; ona nehrin artıklarından sorular sorarlar. Ben ise, sessizdir tüm sorulara sadece tatlı bir tebessümle karşılık verir. Balıklar, Ben’in sorular karşısındaki sessizliği ve gülümseyişini görünce kendilerinin ciddiye alınmadığını ve onun kibirli olduğu kanaatine varırlar. Ben’in etrafına örülen çember dağılır ve tek sıra halinde balıklar kızarmış suratları ile ayrılırlar oradan. Her bir balık nehrin dibindeki bir yosunun arasına saklanır Ben’e korkunç bir öfke duyarak.
Oysa Ben; kendini yalnız bırakan balıklara kırılmış, lal olduğunu söyleyemediği için de derin bir üzüntü içerisinde. Ben; balıkların bu tutumu karşısında duygularına hakim olamamakla beraber iri damlalar halindeki tüm gözyaşlarını nehrin içerisine boşaltır. Ben’in gözlerinden akan her bir damla yaş, bir kaya sertliğinde ve bir elmas parlaklığında.
Balık nehrindeki yeşilimsi su, gittikçe kendi öz rengini yitirmekte ve bembeyaz bir renge bürünmektedir. Nehrin debisindeki yükselişi ve suyun gittikçe keskinleştiğini gören balıklar; korkuya kapılarak yüzgeçleri ile gözlerini kapatır ve dipten yüzeye doğru yol almaya başlarlar. Çünkü nehir, özsuyunu kaybetmiş ve keskin su kimin gözüne temas ederse o canlı tüm görme yetisini kaybeder. Balıklardan üçü durumu anlamadıklarından, kendi önlemlerini almamış ve görme yetilerini kaybetmişlerdi. Arkadaşlarının durumunu gören diğer balıklar ise kendi önlemlerini yüzgeçleri ile almaya çalışırlar ancak keskin su, vücutlarına da temas ettiğinden derileri yanar ve vücutlarındaki pullar dökülür. Balıklar keskin suyun içerisinde biraz daha kalırlarsa tamamen eriyeceklerini bildiklerinden korkunç çığlıklar ile suyun yüzeyine çıkarlar. Ancak suyun yüzeyinde kendilerini bekleyen tehlikeden de oldukça bihaberdirler. Nehrin suları, Ben’in gözyaşları ile öyle kabarmış ki bazı balıklar karaya vurmuş, bazıları da nehrin kenarında ellerinde oltalarla bekleyen bir grup genç ve ihtiyarın ağına düşer. Balıklar; görme yetilerini kaybetmemek için nehirden kurtulduk diye sevinirken asıl tehlikenin kendilerini dışarıda beklediklerini idrak edememişlerdi. Tüm balıklar o gün, oracıkta, o nehrin kıyısında ve ortasında son nefeslerini vermişlerdi. Nehir kenarında ellerinde oltaları ve kovaları ile bekleyen balık avcıları ise; akşam sofrasının ateşini nasıl harlayacaklarını korkunç kahkahaları arasında dillendiriyorlardı. Balıklar gelişigüzel kovalara atıldıktan sonra avcılar, oltalarını omuzlarına, içi balık dolu kovaları da ellerine tutarak evlerinin yolunu tuttular. Ben; ise dışarıda olup bitenlerden kayıtsız kalmış ve hala buruk sesi ile ağlamaya devam eder. Nehrin yüzeyindeki halkacıklar, bir anda bembeyaz kristal kütlelerine dönüşür. Güneş; adeta nehrin boynuna bir gerdanlık giydirmek için öğlen saatlerindeki en dik ışınlarını nehrin üzerine doğrultur ve Ben’in eşsiz güzelliğini evrene tescillendirmeye çalışır.

YAZAN : EMİNE ALTAŞ


15 Mayıs 2016 Pazar

HURMA ÇEKİRDEĞİ

Boğuluyorum sisli duvarların arasında güneşin en çok kavurduğu bu öğlen saatlerinde. Yüz felcine uğratabilecek diş ağrısı ile gerçeğe kavuşamayan dileklerin dipsiz çığlığında ruhum kaskatı kesilmiş. Başım 100 santigrat derecede harlanmış fikirleri ile ayak damarlarımı kanımda haşlıyor. Adım yok sayılanların diyarında mülteci krizinin çözülemeyen tarihi sorununu yaşıyor. Kimliği ve cinsiyeti belirsiz hayaller; yüce makam koltuklarındaki ikircikli derilerin altında sıkışıp kalmış, can çekişiyor. Gerçeğe haber verildi muayene için; ama kaderin tedavisi ile olan meşguliyetlerini dile getirdiğinden gelemeyeceğini söyledi. Anlayacağınız gelmedi.

 Küçük bir çocuk gibi ağlayıp sızlar mı 30'una yeni basmış koca umutlar? Yakışır mı şimdi ak düşmüş saçlardaki bu iniltiler?
Oysa gökyüzünün ne de güzel bir sesi ve ışık saçan nurlu bir yüzü var değil mi? Sanırsın beş vakit namazında, her ay cennetteki bir huri Kevser suyunun fiskiyesini üzerine tutup gusül aldırtmış. Aşağı in evlat şimdi tepeden bakınca her şey güllük gülistanlık. Adaletinle şöyle yokla bi istersen yeryüzü cennetindeki ruh ve kavramlar arasında kategorize edilen yapısal ilişkileri.
Yanlış anlamayın kimseler ile problemim yok, sadece şu şans denilen dikta biraz canımı sıktı.
Allah günah yazmasın, aramızda kalsın ama günde bilmem kaç kişinin tepesi ile vahşice sevişip hayatlarını avuçladığı söyleniliyor. Bazen merhamete geldiği de oluyormuş; karıncaları, fillerin sırtında taşıtıp bir zaman sonra kuşların kanatlarında da seyahate çıkarttığı söyleniliyor. Vallah hesabına gelmeyenin ağzına da at nalı takıp kaplumbağanın tabanındaki tozla üzerini örttüğü de söyleniliyor. Hatta ıskalanmış hayalleri, eline aldığı yazgı kalemi ile çoğu zaman şiir dizelerini taş oyuklarına yazdığı da oluyormuş.
Allah günah yazmasın vallah uydurmuyorum, işittim. Beyaz kumaşların üretimini artırmak için bu yıl ki ihaleyi de kendisi almış diyorlar. Paraya para demiyor zaten, herifin 3 öğün ana menüsü de aynı 'para' ve 'şan'
Şekerli- tuzlu-acılı yemeklere benzemez bu yemeklerin tadı. Yeşili, mavisi, akçesi, metali, kağıdı, altını velhasıl böyle devam eder ama herifin menüsündeki yemek çeşidi ikiyi geçmez. Konuklarına çok seçenekli menüyü hiç tereddütsüz sunduğu söylendi. Hiç inanmayın bu söylentilere gidip kendim gördüm. Oturdum saatlerce, hatta günlerce, aylarca. Herif oruçlu olduğumu mu sandı neydendir bilemedim bir yudum sabır sözü ile sadece umut kuruluğumu giderdi. Sonra çantasını da hazırlayıp uzunca bir seyahate çıkacağını söyledi. Ne diyim ona sen git ben evinde mi kalayım diyim. Aldım açlık ile cılızlaşan umutlarımı; ruhuma bir güzel kuşandırdım. Giydim mazinin satır aralığından ibret olarak diktirdiğim pabuçlarımı doğruca evimin yolunu tuttum. Yolda gelirken kendi kendime 'Allah günah yazmasın, bu herif pek pinti çıktı.' dedim. Umutlarım acından da bayılacak gibiydi. Sokakları deli gibi tahrik eden ve duyguları çıldırtan serçe sesi ile neyseki bir nebze de olsa umutlarımın açlığını bastırdı.
Eve geldim, sıcak bir çay demlemek için önce çaydanlığımı çeşmedeki su ile doldurup ocağımın üzerine koydum, sonra ocağımı hurma çekirdeği ile yaktım. Ardından o hurma çekirdeğini çaydanlığıma atıp kaynamasını bekledim. Eridi kahverenkli hurma çekirdeği. Sonra dolaptan mavi desenli beyaz fincanımı çıkartıp içerisini hurma çayı ile doldurdum. Kutsal toprakların kokusu ile içimde cılızlaşan umutlarımın yeniden büyümesi için.

YAZAN: EMİNE ALTAŞ

7 Mayıs 2016 Cumartesi

UMUT

Umut; her sohbetin harflerinden biraz saflık, biraz da aptallık ile beslenerek oburlaşır ve kaldıramayacağın kadar ağırlaşır, seni asitli yağlarının arasına çekerek dibe götürür, eritir. Nasıl bir umut ise duvarlara toslana toslana bilinmedik sularda gerçekle vaftiz edilmeye kalkıştı. Sonuç: Bilim şu saflığa bir çare buluncaya kadar ilkel çağlardan kalma mağara çizimlerini; ruhum saflığın üzerine giydirecek....
Ahhh ağlamak yok artık yok! 
YAZAN : EMİNE ALTAŞ

SARI ENTARİLİ YILAN

Hataların telafisi yok, dil sessizliğin eyleminde, tüm uzuvlar küskün akla, gözler siyah perde çekmiş güneşli günde üzerine, terden beyaz lekeler oluşmuş irisinde. Ahhlar; vahlar ile dövüşüyor, kirpi güruhu akın akın gönüle yerleşerek nüfus patlaması yaşıyor. Dikenler batıyor cana; mazi can çekişiyor, hapşırık pişmanlığın iri gövdesini kaldıramamaktan feryat figan ağlıyor. Siyah çarşaflı, kısa boylu, ince belli, bakteri kafallı kıllar ise pusuya yatmış. Aklın, ruha çektirdiklerinin bedelini bir bir not tutuyor Arap alfabesi ile. Zaman motoru ile anlaşmaya varmak istiyor akıl; Nuh deyip peygamber demiyor zaman. Benzin ücretinde indirim istiyor akıl, zaman ona yüksek alevli cehennem kazanını işaret ediyor. Biçareliklerini gören dil; ilerledikleri yolun izini kaybettiğinden önce canhıraş yakarmalar ile zamana secde oluyor, sonra yüzeyindeki pütürtüler ile ip örüp aklı kendi ucuna bağlayarak infaz ediyor. İnfazı gören bulut; tüm gezegenlere sitem edip ağlamaya başlıyor. Dolu tanesi iriliğindeki gözyaşları dilin İnfazına tanık olan bir farenin kuyruğuna sertçe düşer, fare ciyaklayarak haşin sıçrayışı ile dilin üzerine sıçrar, dili 3 lokmada löppp diye mideye indirir. Bulut ağlamayı keser, yeryüzüne şimşek seslenir ve tüm yılanlar başını toprak altından çıkartıp tıslamadan dili yutan fareye saldırır. Yılanlar; uzun vücutları ile etrafa çit ördüklerinden fare kaçacak delik bulamaz, olduğu yerde titreyerek korku salyalarını akıtır ağız kenarlarından. Yılanlar birbirine tebessüm ederek bakar, bunu gören fare ise tiz sesi ile merhamet dileyebileceğini sanır. Fare tam yılanlara yakararak kurtulacağını düşünürken sarı entarili, kırmızı benekli yılan fareye :"Seni aramızda parçalayarak yersek kanın toprağa dökülür ve türün çoğalır. Seni diğer arkadaşlarıma bırakmadan ben yiyeceğim ve ömür boyu asitlerimin arasında kalarak eriyeceksin!" der ve çuval gibi genişleyen ağzını açarak fareyi bir kerede yutar. Fareyi yutan sarı entarili yılan yediğini sindirmek için bir müddet karın üzeri uzanır ve birden iri gövdesi eriyerek kuş haline bürünür. Bir kanadı başında, bir kanadı da midesinde çıkan sarı entarili yılan uçarak cehennemin kapısına Zebani olur ve kapıda gördüğü her günahkarın kalbinden tutup onu ateşe midesindeki kanadıyla fırlatır.
YAZAN :EMİNE ALTAŞ